Sizleri 1949 yılına, İstanbul Radyosu’nun ilk yayın yaptığı günlere götürüyoruz. Radyonun kurulduğu sırada oradaki mühendislerle birlikte binayı mesken tutan Anadolu kedisi Şiş Kebabı’nın hikâyesi, İstanbul Radyosu’nda çalışan Çiğdem Bircan Işık’ın nostaljik paylaşımıyla gün yüzüne çıkmış oldu.
O dönemde radyoda çalışan Hikmet Münir’in kaleme aldığı yazıda kedi Şiş Kebabı’nın radyoda ne kadar sevildiği ve başından geçen ilginç hikâyesi anlatılıyor. Keyifli okumalar!
Mikrofona Mektup Yazan: Hikmet Münir – “Aziz Meslekdaşım Kedi”
Şu İstanbul Radyosu’nun çorbasında biraz tuzumuz vardır ya, ilk günlerde epi heyecanını çekmiş ve biraz da çektirmiştik galiba… Ne ise şimdi onu bir tarafa bırakalım. Ben, sizlere, bu radyonun ilk konuşmasını yapmak üzere, bir müddet için İstanbul’a geldiğim zaman, orada, ir kedi ile ahbap olduğumun eğlenceli ve oldukça garip hikâyesini anlatacağım.
Yapı tamamlanmış tesisler kurulmuş, her şey yayına hazır bir hâle getirilmişti. Ortalıkta hâkim olan hava, Türkiye’nin yepyeni bir sesinin dünyaya işittirilmesi arifesinde duyulan heyecanlı hava değil de, bir kedinin etrafında toplanan alâka idi. Belki de herkes ne yapacağını biliyor ve bir fantezi kabilinden bu kediyle meşgul oluyordu.
Bu, bir tekir kediydi. Bina içinde öyle şımartılmış öyle seviliyordu ki, henüz, müdür bulunmadığı sıralarda, bu sevimli mahlûk, bir müdürden daha serbest ve hâkim bir edâ ile koridorlarda dolaşıyordu. Koridorlar şöyle dursun, stüdyolara girip çıkıyordu… Neredeyse mikrofondan evvela kedinin sesi çıkacak, sonra bizimki duyulacaktı.
Milyonlara mal olan koskoca bir radyo istasyonu ve oraya hâkim bir kedi… Ne garip tezad değil mi?.. Fakat, bu kedi, âdeta radyonun uğuru idi. İçerde, mütehassis sıfatiyle çalışan bir Amerikalı bir de Kanadalı mühendis herkesten daha çok, bu kediye bağlıydılar…
Harbiye’de, bir yerden, bu ecnebilere yemek getirilirdi… Kanadalı mühendis, bir yemek de kediye ısmarladı. Şiş kebabından tutunuz da ayranına varıncaya kadar, tam teşkilâtlı bir yemek tablası gelirdi.
Bakın, şimdi hatırladım: Bu kediye, Kanadalı mühendis “Şiş Kebabı” adını vermişti.
“Şiş Kebabı” aşağı, “Şiş Kebabı” yukarı. Radyoya her gelen ziyaretçi “Şiş Kebabı” ile muhakkak karşılaşırdı. Karşılaşmayanlar, nerede olduğunu sorarlardı. Şöhreti de neden ileri geliyordu biliyor musunuz? O zaman, İstanbul Radyosunun ilk günlerine dair anlattığım intibalar arasında (aynı kediden bahsettiğimi pekiyi hatırlıyorum.) Fakat şu meşhur macerasını söyleseydim, her hâlde daha çok kimseler, doğrudan doğruya, kediyi görmeğe gelirlerdi. Çünkü, bu macera, gerçekten enteresandı. deta bir ölüm dirim savaşı!
İstanbul Radyosu’nun daha eski zamanlarına gidiniz. Yani, bundan birkaç sene evveline… Duvarlar henüz örülüyor, bir faaliyettir gidiyor ve bu kedi, ortalıkta dolaşıp duruyor. Günün birinde birden bire kayboluverir.
Aman… “Şiş Kebabı” ne oldu? Başta, Kanadalı mühendis olmak üzere, radyoevinde bir araştırma başlar. Sanki, evin küçük bir çocuğu kaybolmuştur. Radyo ailesinden biri eksilmiştir. En alttaki kantinden, kalorifer dairesinden tutunuz, çıkabildikleri kadar, üst katlarda araştırmadık yer bırakmazlar. Fakat, “Şiş Kebabı” sırra kadem basmıştır. Yahut birisi, onun güzelliğine, uysallığına ve pek zârif bir balık sırtı gibi desenlerine hayran olarak alıp gitmiştir.
Şiş Kebabı’nın anlatıldığı “Radyo Haftası”nın kapak fotoğrafı. Sene 1949.
O akşam Harbiyedeki kebapçıdan bir tabla eksik gelir. Fakat yediği yemekler, mühendisin boğazından geçmez. İlle bu kediyi bulmak için, binanın içini alt üst eder.
İşte, bu sırada, bir yerden bir inilti duyulur. “Şiş Kebabı”nın adeta imdat isteyen sesi durmaksızın boğuk miyavlamalar halinde kulaklarına aksetmektedir.
Mühendis, beyninden vurulmuşa dönerek, binanın içini, aşağı yukarı bir daha dolaşır. Bir de ne görsün… Kedinin sesi bir stüdyo duvarının içinden gelmiyor mu?
Derhâl bir faaliyete girişirler. Ama nasıl? Sanki, bir zelzele olmuş da, enkaz altında bir takım kimseler, bir takım yardım ekipleri tarafından kurtarılmaktadır. Kazmayı eline alan, stüdyo duvarının, henüz harcı kurumamış olan tuğlalarını birer birer, sabun kalıbı gibi indirmeğe koyulur.
Meğer kediyi, işçiler, dalgınlıkla bir duvarın içine örmüşler. Stüdyo duvarlarının –arası boş yapılması mutat olan- iki kanadı ortasında uyurken mi, yoksa, zehir gibi soğuktan kendisini muhafaza etmeğe çalışırken mi, kapanmış kalmış… Neden sonra, vaziyeti sezinleyince telâşlanmış ve çırpınmağa, bağırıp çağırmağa başlamış…
Radyodan kedi hiç eksik olmamış. Şiş Kebap’tan yaklaşık 70 yıl sonra şimdi de Cevriye İstanbul Radyosu’nda çalışıyor.”
Duvar, tekrar yıkılıp içerisinden “Şiş Kebabı” çıktı… Tekirin günün aydınlığına kavuşturulduğu zaman, keyfine diyecek yoktu, diyorlar… Hoplayıp sıçrıyor. Kendisini kurtaranların bacaklarına sürtünüyor, sanki, ona teşekkür ediyormuş…
Günümüzden, İstanbul Radyosu’nun kedisi Cevriye
İstasyon yayına açıldığı zaman, bu kedi, hâlâ oradaydı ve binanın yapıldığı günlerdeki hükümdarlığını, imtiyazlı durumunu hâlâ elinde tutuyordu.
Bu yazıdaki resme bakacak olursanız, radyonun, ana kontrol dairesinin masası üzerine kadar çıkıp keyf çatmak hakkı bile ona tanınmıştı. Kendisini okşadığım zaman, bir meslektaş yakınlığiyle kulaklarını kısıyor, tatlı tatlı mırıldanıyor ve sırtını kabartıyordu. Biz, adeta onunla arkadaş olmuştuk.
Çok geçmeden, ben radyo muhitinden ayrıldım. Bu kedi, hâlâ orada mıdır, bilmem?!.. Fakat, onun dahi, bir sebeple uzaklaşarak serbest hayatı tercih ettiğini kabul etsek, Mesud Cemilin şahsında, bir “kedi seven” bıraktığımız için, ikimizin de bir şikayeti olmamak lazım gelir.”
—-
Yazının tamamını bulabilmek için bizleri kırmayarak dergiyi titizlikle arayan Çiğdem Hanım’a ve arkadaşlarına teşekkür ediyoruz. İstanbul Radyosu’nda olduğu gibi Anadolu’da geçmişten bugüne kediler insanların hayatlarının değişmez bir parçası ve öyle olmaya da devam edecekler.
Not: Kapak fotoğrafı Şiş Kebabı’na istinaden temsilidir.